MERAM
0. “Hayata nasıl sanatsal biçim verilir?”*
Bu yazı bugüne kadar kaleme aldığım en zor yazılardan biri olabilir. Çünkü yaşadığım birkaç olay yazmama engel oluyordu. Toparlanmak iyice imkansızlaşmışken ipleri yeniden ele almam gerektiğini hissettim.
İnsan ayağa kalkmaktan korkmamalı. Zayıf olduğunu düşündüğü noktaları tek tek tespit edebilmeli. Okunu tam da o cılızlaşan yerlerine atmalı.
Kolay süreçlerden bahsetmiyorum. Bedene yapışan yaralar kimi zaman yağ lekesi gibi büyüyüp nefessiz bırakır.
Yaklaşık üç sene önce kaybettiğim dostum Mert'in bir cümlesi hiç aklımdan çıkmaz: ‘Eskiden söküklerimi yamayla kapatırdım. Zamanla bu yamaların boş olduğunu anladım. Zevkle ve tiksintiyle söküklerime dokunmak haz veriyor.’
Mert bu cümleleri ölmeden iki ay önce bana yazdığında neye uğradığımı şaşırmıştım. Üzülmüştüm. Sanki Mert bir şeylerin haberini verir gibiydi. Bu durum üzerine sıkça konuşurduk. Elbette dostumla yaşadıklarımın detaylarına girmeyeceğim. Fakat hayata dair her zaman şunu düşünürüm: Travmatik olayların izlerine tekrar bakabilmek insanda başka türlü bir karanlığa kapı açma riski taşır. Oysa boğucu, kederli duygular kapımızda belirdiğinde insan kaçıp gitmeyi bilebilmeli.
Peki nasıl ve nereye kaçmalı?
1. “Heykellerimi gökyüzüne karşı diktim bile.” *
Babam hukuk fakültesine gitmeme karar verdiğinde bir boşluk hissine kapıldığımı hatırlıyorum. Avukat olmak zorundaydım. Kaçacak yerim yoktu.
Kendimi çaresiz hissetmiştim. Paralı bir okulda hukuk eğitimi almak kimisine göre şans iken benim kabusum oldu.
Babam üniversiteye gitmeden önce bana şöyle demişti: ‘Avukat ol. Ben savcı olmanı isterim. Belediye başkanı, kaymakam bile savcının odasına girerken ceketini ilikler.’
Artık babamın rüyalarına yakalanmıştım. Onun bana çizdiği çerçevede kalmam gerekti. Kıbrıs'a adım attığım o günü hiç unutamam. İçimde bir şeylerin kaynadığını anımsıyorum. Bürokratik, aynı zamanda sınıfsal bir konuma sahip ve ataerkil düzenlemelerle yoğrulmuş hukuk dünyasının çukuru bana göre değildi.
Yanlış anlaşılmasın. Mutlak doğrunun temsilcisi değilim. Kendimin merkezde olduğu bir dünyadan söz etmiyorum. Kahraman olmaktan da hiç haz etmem.
İnsan kendi yaşamının çerçevesini değiştirirken hatalar yapar. Tıkanıklıklar yaşar. Bir kaos havası her zaman kaçınılmazdır.
Yanlış yapmaktan korkmadığım gibi aile içinde adaletsizliğe maruz kaldığımı hissettiğim için babamın lider konumunu, milliyetçi politik duruşunu sürekli sorgulamak kendi yaşamımda ciddi değişimlere yol açtı. Üniversite yıllarında ulusalcı, siyasal İslamcı politik konumlara saldırmaktan hiç korkmadım. Devletin kutsallığı veya vatanın, milletin bölünmez bütünlüğü gibi klişeleri uzun süreler sorgulamaktan çekinmedim. Yaşadığım coğrafyada kimsenin askeri olmayacağımı biliyordum. Babamla olan kavgada güçlendiğimi hissetmek bana iyi gelmişti. Fakat yaşadığım dünya babamdan ibaret değildi. Bazı arkadaşlarımın vicdani ret davalarına katıldığımda bunu net olarak hissetmiştim. Hrant Dink'in ölümüyle beraber devletin iktidar ağının babamın beni yaktığından daha şiddetli olduğunu gördüm. O dönemler hayatta kendi konumumu sorgulamak, durduğum yeri tartmak açısından olduğu kadar başkalarının cehennem olduğu konusunda beni etkileyen Sartre gözümde peygamber gibiydi. Tüm bunların sonucunda özgürlüğü sert, çatışmalı ve ötekiler diyebileceğim dışlanmış grupların, oluşumların kurtuluşuna bağlı olduğunu görürdüm. Babamla olan ilişkimde de yabancılaşmıştım. Onu geride bırakmak, çatışmalarımı unutmayı beraberinde getirdi. Kendimi güçlü hissediyor ve babamın yüzeyselliğini görüyordum. Yalnız siyasal çatışmaların ortasında başka şeylerin beni yiyip bitirdiğini fark ettim. Kıbrıs'a adım attığım o ilk gün içim nasıl kaynadıysa bedenimde oluşan o kazan daha sert yanmaya devam ediyordu. Bu sefer başka şeyleri hesaba katmayı unutmuştum. Var olan politik meselelerle kavga etmek bana zarar vermeye başladı. Evet, kaçıp gitmiştim. İskenderun'dan Kıbrıs'a giden o çocuk artık arkada kalmıştı. Ama yolun nereye gittiği konusunda endişelerim devam ediyordu.
O soru gene yanı başımdaydı: Neredeydim?
2. “Hayatı ve ölümü, aklı ve deliliği vermek istiyorum, onu işlerken görmek istiyorum, en yoğun haliyle.”*
‘Politika nasıl yazılır?’ sorusu uzun süre kafamı meşgul etti.
Bilhassa siyasete dair iki sual etrafında çok dolaştım: Okuduklarımı, deneyimlerimi yazıya mı aktaracağım? Yoksa insanları dönüştürmek için özel bir dil mi kurmam lazım?
Çünkü uzun bir zaman dünyanın nasıl değişmesi gerektiğiyle ilgilendim. Avukatlığı bırakmak an meselesiyken zihnimde başka bir soru belirdi: Yazı hayat kurtarır mı?
Yaşamla ilgili sorgulamalarımda sürekli düğüm atmaktan çok yorulmuştum. Hafızamda sürekli ışıldayan bazı anlar vardı. Ancak onların hep geçici olduğunu düşünürdüm.
Özellikle bir atölye çalışması için Roma ve Floransa'da kaldığımda oralarda yaşadığım sıçrama anlarını unutamam.
O parıltılı süreçleri çocukluğumdan beri ara ara yaşardım ama bu kez fazla yoğun hissetmeye başlamıştım. İzlediğim operalardan kimi sahneler, Michalengelo eserleriyle uzun soluklu ilişkim, Pasolini’ nin doğduğu, büyüdüğü yerlerde gezmek bende büyülü şeylere yol açtı. Uzun zaman yaşadığım bu aydınlanmaya anlam veremedim. Israrla dünyanın kurtuluşu fikrinde çakılı kaldım. Hatta bir dönem yazının sadece karanlıkta kalmış krizleri aydınlatan araç olduğunu düşündüğüm zamanlar bile oldu.
Sonunda sanat yazmaya karar verdiğimde kaleme aldığım metinlerle beraber değiştiğimi fark ettim. Yaşamımın sahnesi başkalaşıyor ve makro siyasetten arta kalan hınç politikası yerini daha esrik, tutkulu yazma sürecine bırakıyordu.
O halde yazma eyleminde görünmez/görünemez, duyulmaz/duyulamaz olanı kaydetme, tartışma ya da parlatma pratiğiyle düşünme alanları açan başka türlü bir politika var. Oluşan çatlaklardan sızan dinamikler farklılaşmayı müjdelerken yazının yüzeyi ihlal ve değişim eylemlerinin gerçekleştiği bir piste dönüşür. Roma ve Floransa'da anlam veremediğim o coşkunluk hâlleri aslında var olan benliğimin değişiminin sinyalleriymiş. Böylelikle içimde beliren o kaynar kazanların dinmesi, katı duvarların erimeye başlaması tesadüf olmasa gerek. Kimine göre bu durum içe dönüş olarak görülebilir. Eğer öyleyse katılmadığımı söylemem lazım.
‘Bir ben var benden içeri’ anlayışını sorunlu bulurum. Sanki benliğin içinde saklanan bir öz varmışçasına bedeni sabit tutar. Oysa mücadelemin gelişimi tam da benliğimi silmeyle bağlantılı. Evet, yanlış okumadınız. Kendimle karşılaşmam benliğimi bükerek gelişti. Dayatılanı yırtmak, kıvırmak ve ona bakmak bir mesele olsa da kendilik estetiğinin gelişimi için kıymetli. Fikir dediğimiz güç kendi içimizde açarken kıvrılır, büyür ve gelişir. Et parçası olan beden değişimlerle yol alır. Yani benlik dediğim an kendimi sabitleme riskini taşımış olurum. Üstelik kitlelerin afyonu olarak gördüğüm kişisel gelişim iktidarından da kaçınmak lazım. Varlığı bir yerde köklemeden her daim oluş halinde tutmaktan söz ediyorum. Bunun için mücadele etmek gerek. Dünya göründüğünden hep daha fazlası. Bu gelişim hâli her yıldızlara bakışımda daha da derinleşirken kendimi bir dalga olarak hayal edebilmemi de sağlıyor. Kendi bedenimin bu titreşiminin kıvrımları ise köşeme “kıvrım” adını vermemi sağladı. Köşemde bazen başladığım yazı dizilerini bitiremedim. İster istemez güvencesiz çalışmanın krizlerini de yaşadım. Yine de devam etmenin gücü ellerimde. Belleğimin kıvrımlarını devreye sokuyor ve yaşamımdan bazı kesitleri aktarmaya gayret ediyorum. Kendimi bükmeye, katlamaya ve yaşamla başka türlü bağlantılar kurmak için devam ediyorum.
Hey okuyucu! Burada mısın?
*Virginia Woolf-Bir Yazarın Günlüğü/İletişim Yayınları (Çevirmen: Fatih Özgüven)
Bu yazı Art Unlimited'taki 'Kıvrım' adlı köşemde yayınlandı. (Temmuz/Ağustos 2021 sayısı)