31 Temmuz 2015 Cuma

Düşlerin politikası: Başka bir dünya

(İstanbul Art News-Nisan 2015)

Her kitapevinde mutlaka ‘kişisel gelişim’ kitaplarına ayrılmış raflar vardır. Kişisel gelişim raflarındaki kitaplar bizlere ‘pozitif yaşamı’, ‘başarılı yaşamı’ ya da ‘doğru yaşamın püf noktaları’ nı anlatmaya çalışır. Oysa yaşamı bir takım formülasyonlara (pozitif, doğru ya da başarılı yaşam gibi) bölerek nesneleştiren bu anlayış insanı daha da mutsuzluğa, endişeye sürükler. Peki ya sosyal medya? Sosyal medyada da ünlü sanatçıların, filozofların, iş adamlarının ya da siyasetçilerin yaşama dair aforizmaları sıkça paylaşılıyor. Bu kez yaşam belli formülasyonlara ayrılmıyor ama beş, altı cümlelik aforizmalarla mı yaşam öğrenilir?
Soruyu daha da genişletelim: Yaşam öğrenilir mi?
Jacques Derrida Marx’ın Hayaletleri adlı eserinin giriş cümlelerinde şöyle der: ‘Yaşamayı öğrenmek. Tuhaf slogan. Kim öğrenecek ki? Kimden öğrenecek? Yaşamayı öğretmek, tamam da kime? Bunu bilen olacak mı hiç? Yaşamayı acaba bilecek miyiz? Herşeyden önce de yaşamayı öğrenmenin ne demek olduğunu acaba bilecek miyiz?’
Derrida’nın sorduğu bu kocaman sorular kendi içinde insanlığın asırlardır cevaplayamadığı sorular. Kitabın ilerleyen sayfalarında Derrida ‘yaşamı öğrenmek’ ile ‘yaşamayı öğrenmek’ arasında bir sınır çizerek yaşamayı öğrenmekten bahseder. Şöyle devam eder: ‘ Yaşamayı öğrenmek hala gerçekleşmeyi bekleyen bir şey ise yalnızca yaşam ile ölüm arasında gerçekleşebilir. Ne tek başına yaşamda ne de tek başına ölümde gerçekleşebilir.’
Sonunda Derrida hayaletlerin ancak ve ancak bizlere yaşamı öğreteceğini söyler. Kimdir bu hayaletler? Derrida neden hayaletlerden bahsetmişti?
1993 yılında ‘Marx’ın Hayaletleri’ni yazan Derrida 8 yıl sonra Frankfurt’ta Adorno Ödülü’nü aldı. Ödül konuşmasında Derrida bu sefer bir ‘düş görücü’den bahseder. Derrida’ya göre bir düş görücü düşlerin resmini yapabilir. Uyku ile uyanıklık arasındaki sınırı en iyi düş görücü bilir. 
Şimdi tekrar başa dönelim: Yaşamayı bizlere en iyi anlatan hayaletler. Çünkü yaşam ile ölüm arasındaki sınırı en iyi anlatan hayaletlerdir. Bir de düş görücü var: Düşleri uykudayken resmedebilen uyanıklığın bilinciyle düşlere ihanet etmeden düşleri anlatabilen bir düş görücü.
Neden bu kadar uzun bir giriş yaptığımı izah edeyim.  Yaşam ile ölüm arasındaki sınırı, uyku ile uyanıklık arasındaki sınırı en fazla sanatçı anlatabilir bize. Yani sanatçı hem düş görücü hem hayalet.  İşte Ali Emir Tapan yeni sergisinde hem düş görücü hem de yer yer hayalet görevini üstleniyor.  Bu Tapan’ın Galerist’teki ikinci kişisel sergisi. Sergi 27 Mart-25 Nisan tarihleri arasında Galerist’te.
Serginin adı ‘Başka bir dünya var.’ 
Şimdi sanatçının bu sergide neden hem hayalet hem de düş görücü olduğunu biraz açmak isterim. 
Serginin girişinde karşımıza çıkan ve duyulmayan bir şarkının ritmiyle hareket eden bir metronomla karşılaşıyoruz. Bu metronom Ali Emir Tapan’ın sunduğu olası bir evrenin kalp atışını simgeliyor. Duyulmayan bir şarkının ritmi ve sanatçının sunduğu olası bir evrenin kalp atışlarının Orpheus’un hikâyesini andırdığını söyleyebiliriz. Çünkü hikâyede Orpheus geriye bakar; ölüm eşiğini aşıp Eurydike’i bütün görünmezliğiyle görmek, onun karanlık belirsizliğine biçim kazandırmak ister. Tıpkı Orpheus’taki gibi sanatçının ötekinin karanlığına duyduğu bu arzu serginin girişinde karşımıza çıkıyor.
Serginin girişindeki Orpheus çıkmazından sonra 19.yy.’dan kalma bir sirk topuyla karşılaşıyoruz. Bu sirk topu Çarlık Rusya’sından kalma. 28 cm.lik bir bakır top. Ali Emir Tapan bu 19.yy.dan kalma bakır sirk topunun büyütülmüş bir replikasını bu ilüzyon dünyasından çıkarıyor. Sirk topuna eşlik eden, sanatçının nefes alma hızıyla eşzamanlanmış olan ışıklar, yaşayan bir heykel hissiyle, yarı organik yapıya dönüşüyor.
19.yy.dan kalma bakır sirk topu ölü bir çağa ait. Bir sanat eserinin binlerce yıl önceye dönmesi bellek ötesi bir anı yakalaması demektir.

Tapan burada hayalet görevini üstleniyor ve gelecek kuşaklardansa ölülerin diyarına gidiyor. Tam da bu yüzden sanatsal edimini gerçekleştiriyor ve zamanın derinliklerinde bir yerde sonsuzda duruyor.
Sergide ilerledikçe Ali Emir Tapan’ın sanat ediminin insanlardan çok nesneleri kapsayabilen bir arayış olduğunu fark ediyoruz. Çünkü içinde yaşadığımız dünyaya ait olma isteği ve iç güdüsüyle nesnelere metaforik bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Mesela bir değişim ve gizleme aracı olan peruğu işlevselliğinden uzaklaştırırak estetik formlar yaratıyor. Bu peruklar yapay değil. Farklı renklerde insan saçları, çocuk saçları. Yine araba camını çatlatarak o camlara belirli formlar veren çalışmalarla karşılaşıyoruz. Sanatçının farklı nesnelere boyutlar kazandırması insanın bu dünyadaki yaralı yalnızlığının yansıması gibi. Araba camlarını çatlatmak, perukları işlevselliğinden uzaklaştırmak sanatçının nesnelerle ilişkisini tanımlıyor. Tapan böylelikle insan ve nesneyi de ortaklaştırarak yalnızlığı vurguluyor. Yazının başında da dediğim gibi sanatçı aynı zamanda yalnızlığı vurgulayan bir düş görücü.
Serginin bir diğer yüzünde yarı yabani atların olduğu bir video çalışması var.  Sanatçı ilginç video çalışmasında tarih boyunca insan ve hayvan terimleri arasında kurulan karşıtlığı sorguluyor. Bu bağlamda sanatçı şöyle bir soruyu soruyor: komünal yarı domestik hayvanlar düşünen hayvan olan insanın projeksiyonu mu?
Ali Emir Tapan’ın sergisindeki çalışmalar birbirinden farklı gibi dursa da birbirinin içine sızıyor. Bu sızmalar farklılıkların etkin olduğu başka bir dünyayı yaratıyor. Geçmişe yüzünü dönüp aynı anda nesneleri farklı bakışlarla dönüştüren sanatçının dünyası görülmeye değer.
Sanatçının başta sorduğum ‘Yaşamayı öğrenmek nedir’ sorusuna cevabı: ‘Başka bir dünya var’.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder